Ana içeriğe atla

Whiplash’in iki yüzü*

1985 doğumlu senarist-yönetmen Damien Chazelle’nin Princeton High School Studio Band’daki deneyimlerinden esinlenerek çektiği, çok ses getiren ve beş dalda Oscar adayı gösterilen Whiplash filminde iki şey var, birbirinden ayırt edilmesi ve ilişkilendirilmesi gerekli gibi duran: Adanma ve çalışma. Bu yazı, sosyal medyada filmin bir övgü mü yoksa yergi mi olduğuna dair tartışmalardan yola çıkılarak filmle birlikte bu iki kavramı tartışma niyetiyle kaleme alınmıştır.

Film bugünde geçtiği ve bugünün çalışma (iş) ilişkilerine göndermeleri olduğu için (hatta orkestra bir tür çalışma örgütlülüğü olarak her türlü işyerinin bir prototipi gibi göründüğü için) bence de "neoliberal" bir "karakter aşınması” (Sennett) örneğini sunmakta ve bunu bir ölçüde olumlamakta (bilmem kaçıncı yüzyılda geçseydi de o tarihi koşullarla ilişkili okunurdu muhtemelen). Bu olumlama tam da bu aşınmaya yakışır şekilde itici bir üslupla yapılıyor üstelik: Grup/toplum içinde başarıya giden yolun taşları bencilleşmekten, olası sıradan/gündelik huzurlu hayatından bile vazgeçmekten, boyun eğmekten geçiyor. Çoğumuza itici gelen bu aşırı gerçekçilik hissi gerçekten büyüleyici: Evet nota defterini o kaybetmedi ama o besteyi ezbere biliyor, bunun için çok çalıştı, arkadaşlarının onun hakkında ne düşüneceğinin ne önemi var, kendini göstermesi için beklediği fırsat işte, yoksa bu psikopat ama karizmatik herif bu çabayı görmeyecek diye izleyip gidiyoruz filmi (başkişiye onca tanıklıktan sonra onunla özdeşleşmeyen var mı mesela?).

Büyülenme hissini aslında adanmışlığa ettiğimiz yakın tanıklık sağlıyor bence (ki şefin hayatı hakkında bilgilerimiz oldukça sınırlı, film şeytanlaşan bir meleğin -kurbanın- öyküsü gibi duruyor, şeytanın -kurbanlaştıranın- değil). Başkişimiz, karakterini ve hatta nasırlı/yaralı parmaklarıyla bedenini mükemmel bir davulcu olmak yolunda aşındırıp biçimlendiriyor. Ne uğruna? Canı isterse (ki bir kere istiyor -ya da pes ediyor) bırakıp bambaşka/sıradan bir hayat kurabileceği bir okul/band/hoca uğruna mı? Bana kalırsa yabancılaştığı kendiliği uğruna. Filmde bu, ölümsüzlük, iz bırakma diye geçiyor. Yani kendi hayatını kendi idealleri uğruna kurban etmeye (adamaya) razı. Ama bir beklentisi var, bilinmek/görülmek.

Ancak burada çalışma ile adanma arasındaki ilişkinin yabancılaşması oldukça vurucu şekilde işlenmiş bana kalırsa. Adanma çok kadim (hatta ibadetvari, kutsal) bir hissi çağırırken, çalışma verili algısal ve duygusal ilişkiler ortamına uyumluluğun yükselmesini (hatta marjinalize edilmesini) çağırıyor. Başkişimiz, adanmışlığını çalışmayı temsil eden okul/sınıf/band/hoca aracılığıyla ifade etmeye çalışırken, her şeyden vazgeçtiği ve zaten tuzağa düştüğü (çalışma piyasasında kaybedecek bir şeyinin artık kalmadığı) bir anda gemileri yakıp sadece adanmışlığına (hatta bu yolla elde ettiği sermayesine) güveniyor (bunu bir de kazadan sonraki sahnede dile getiriyor, “benden başkası çalamaz” diyerek). Filmin en vurucu (kaza sahnesiyle birlikte) yeri buydu.

Film bu zirvede sona yaklaşıyor. Ta ki hocanın/şefin bir gülümsemesi, başkişimizin adanmışlığını hep işleterek yeteneğini ve ideallerini parlatan o sert disiplinli ama büyülü çalışma düzenine karşı bu rest çekme halindeki muhteşem işçiliğini çalışma ortamına -bu sefer rüştü onaylanarak- tekrar davet edene dek. Adanma bir türlü çalışmadan kopuk kalamıyor, bunun da altı güzelce çiziliyor böylece. Ölçü çalışma son tahlilde. Elindeki iş, diğer işlerle birleşmediği sürece sadece bir parça çünkü.

Çalışmadan koptuğu andaki yüksekliğiyle, o en zayıf kaldığı yerde, yalnızlık halinde huşuyla işini tek başına en mükemmel bir şekilde performe ederkenki ustalığı, bir jestle (teklifle, onayla) tekrar çalışma düzenine davet ediliyor. Başkişimiz, adanmışlığının çalışma düzeninden kopup bireyselleştiği o ermişlik ve "kendinden geçmişlik” (kurban?) anında adanmanın manidar olması için onun takdim ve takdir edilmesini -tam da en hak ettiği anda- arzuluyor.

Bizleri bu çalışma zaman-mekanı dışında adanmışlığın bu yüksek frekansı çok derinden etkiliyor. İmkansız gibi görüneni başarmak için sınırları aşan, bu sırada çirkin sınır ihlallerine eyvallah diyen insanüstü bu çaba hepimizi büyülüyor. Ama bunun çalışma süreci içindeki yabancılaşmış serüvenine tanıklık etmek, tam da bugün "kapitalizm insan doğasına seslenen, insanı arzularından yakalayan bir makinedir” (Deleuze) mesajını gören gözlerin hissetmesine de neden oluyor. Bizi rahatsız eden de bu yabancılaşma olmalı. Her defasında teslim olmak. Özellikle adanışımızın, isyanımızın zirvesindeyken iktidarın onayı karşısında çok zayıf hatta muhtaç kalmak.

Çünkü şefin liderliği, ilişkileri ve orkestrası (çalışma piyasası) olmadan elinizdeki uzmanlaşmış cevherin (emeğin) değeri yok. Ha siz de elinizdeki parça olmadan onun yapbozunun onun arzuladığı biçimde tamamlanmayacağından -onunla girdiğiniz çatışmalar sonucunda- gitgide emin oluyorsunuz. O “adanmış” davulcu olmadan o orkestranın öyle bir performans sergileme şansı düşüyor yani (ki şef, orkestralar piyasasında kendi orkestrasını ve keşfettiği müzisyenlerin değerini arttırmak istediği için bir şeyler yapmalı, yoksa ille de öyle çalmak zorunda değil bir orkestra, ama işte rekabet var, şef de caz piyasasına adanmış galiba). Şef, kendi piyasa hırslarıyla (yüksek spekülatif beklentilerle) birbirlerine tokuştura tokuştura harcayıp durduğu müzisyenlerden (insanlar!) birini harcayamamış, hatta onu en çaresiz bıraktığı anda onun anlık bir korsan eylemi ile ona muhtaç kalmış ve bu sefer göz göze (yani eşitler arasında) daha iş icra edilirken karşılıklı olarak anlaşmışlardır. Burada şefin yabancılaşması da ayrı bir yazı konusu olur.

Bana sorarsanız film karşısındaki halimizin çift kutupluluğunun (hayranlık ve tiksinti) sebebi, bu adanma-çalışma ilişkisinde. Madalyonun hangi yüzüne bakarsanız film öyle görünüyor sanki: Övgü ya da yergi. Bence hem övgü hem yergi. Zorunlu olarak.

* Yıldız, T. (2015, Şubat 19). Whiplash'in iki yüzü. Marksist.org. http://marksist.org/icerik/Kultur/880/Whiplashin-iki-yuzu adresinden erişildi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bilimsel teori, yasa ve hipotez nedir?*

“Adso, her şeyin cevabını bilseydim, Paris’te ilahiyat öğretiyor olurdum.” William of Baskerville, Gülün Adı “Bir şey teoriyse hakikat değildir” diye yaygın bir küçümseme ifadesi var. Bu ifade, son günlerde yeniden alevlenen “avam evrimcilik-yaratılışçılık” atışmasında yine dillere pelesenk edildi. Aslında tespit doğru ama niyet edildiği manada değil. Önce şunu açıkça belirtmekte fayda var: Biliminsanları, hakikate doğrudan ulaşmanın değil, hakikate yaklaşmanın mümkün olduğunu düşünürler. Evet, özellikle modern bilim, her şeyin bilinebileceğini umar ancak bu yolla hakikate yaklaşmanın sonsuz bir çaba olacağını da bilir. Hakikati bilmeye çalışırken, her zaman bilmediğimiz şeyler karşımıza çıkacaktır. O yüzden bu yol bitmez. İşin felsefesi bu. Teori nedir ne değildir, bunu açıklamaya geçmeden evvel yine dillere pelesenk edilen başka bir kalıp ifadeyi daha analım: "Teori kanıtlanırsa yasa olur." Bilimde böyle bir şey yok. Kim uydurmuşsa artık. Teori, kanıt ve yasanı

Dijital teknoloji bağlamında insan ve öğrenmesinin psikolojisi üzerine*

Bu metni nerede okuduğunuzu bilmem imkansız ama şundan eminim: Evinizde, parkta, kütüphanede, okulda, arabada, uçakta, gemide, her neredeyseniz, çevrenizi elektrik enerjisi taşıyan kablolar sarmış durumda. Hatta bazıları ışık iletiyor. Çevrenizdeki makineler bu enerjiyle çalışıyor. Çoğumuz, çalışırken, eğlenirken, öğrenirken bu makinelerden bazılarıyla doğrudan ve/ya devamlı olarak temas halindeyiz. Evet, bilgisayarlar, ekranlar, dolayısıyla çipler her yerde. Bugün yeni doğanların ilk gördüğü şeylerden biri doğumhanelerdeki bilgisayarlar ile saniyede onlarca defa yanıp sönen milyonlarca minik renkli ampulden oluşan ekranları. Bugün bebekler, daha anne karnındayken, doğal sesler kadar hoparlörler tarafından oluşturulan sesleri de duyuyor; doğrudan bir müzik aletinden gelen seslerden çok, genellikle bir telefon ya da televizyondan gelen seslerle ilk müzik deneyimini yaşıyor. Birkaç kuşaktır insanlar, makinelerin domine ettiği bu çevreye daha doğmadan maruz kalmaya başlıyor. Hepimiz her a

Boyut değiştirerek eşleme görevinde boyutlar aynı objenin sıfatları olursa üç yaş çocuklarının performansı artar mı?*

Özet Boyut Değiştirerek Kart Eşleme (BDKE) görevi, bir kural kullanımından diğerine geçiş becerisini (bilişsel esneklik) ölçer. Üç yaş çocukları, literatürde yaygın olarak kullanılan bu görevde genellikle başarısız olurlar. Ancak görevde kullanılan kartlardaki şeylerin boyutları ayrıştırıldığında üç yaşların performansı yükselmektedir. Bu fenomene dair iki yakın hipotez söz konusudur: Yeniden tanımlama ve zihinsel dosyalar. Bu çalışmanın amacı, BDKE görevi üzerinde yapılan farklı manipülasyonlarla bu iki hipotezi sınamaktır. Çalışmaya katılan üç yaş çocuklarına (N = 38), orijinal BDKE ve buna özdeş objelerin kullanıldığı bir versiyon ile kart yerine sürekli bir objenin ve buna özdeş kartların kullanıldığı iki versiyon daha olmak üzere dört görev uygulanmıştır. Sürekli şeyin kullanıldığı versiyonlarında eşleme o şeyin iki özelliği üzerinden yapılmıştır. Sonuçta bu görevler arasında anlamlı bir fark gözlenmemiştir. Ancak grup 42 aydan küçük ve büyük üç yaşlar olarak ikiye ayrıldığında,